“Yanlış hayat doğru yaşanmaz.” (Es gibt kein richtiges Leben im falschen.)
Alman filozof Theodor W. Adorno’nun sürgündeyken yazdığı, felsefesinin belki de en kişisel ve en karamsar metni olan Minima Moralia: Hasar Görmüş Yaşamdan Yansımalar kitabında yer alan bu aforizma, bugün bir tişört sloganı ya da bir sosyal medya biyografisi olmanın çok ötesinde, içinde yaşadığımız sistemin köklerine inen sarsıcı bir tanıdır.
Bu söz “çok işitilen ama az anlaşılan” bir tespittir. Genellikle bireysel bir etik öğüt, “daha iyi bir insan ol” çağrısı gibi algılansa da, Adorno’nun derdi tam tersidir. Bu bir etik tavsiye değil, bir imkansızlık durumunun teşhisidir.
Peki, “yanlış” olan nedir ve neden bu “yanlış” içinde “doğru” bir yaşam olanaksızdır? Cevap, Adorno’nun iki temel direğinde yatar: Minima Moralia‘nın tanımladığı “Hasarlı Yaşam” ve Kültür Endüstrisi‘nin yarattığı sahte bütünlük.
“Hasar Görmüş Yaşam” ve Parçalanan Birey
Adorno, Minima Moralia‘yı “Savaş sonrası Avrupa’nın hasar görmüş yaşamından yansımalar” olarak tanımlar. Ancak bu “hasar”, sadece fiziksel bir yıkım değil, geç kapitalist sistemin bireyin en özel alanlarına kadar sızmasının yarattığı bir içsel tahribattır. Bu durum “bireysel yaşamın yalnızca bireysel seçimlerden ibaret olmadığını, toplumsal koşullar tarafından belirlendiğini” vurgular. Adorno’ya göre “yanlış olan”, toplumsal “bütünlük”tür (Totality). Bu bütünlük yani kapitalist sistem artık sadece bir “ekonomi modeli” değil hayatın her zerresine nüfuz etmiş bir mantıktır.
Sistem, fabrika (üretim ilişkileri) ile ev (özel yaşam) arasındaki ayrımı ortadan kaldırmıştır. Bireyin sığınabileceği “otantik” bir özel alan kalmamıştır. “Bireyin özel hayatında doğru ya da otantik bir yaşam sürmesi mümkün değildir. Çünkü yaşamın zemini zaten yanlıştır.” Ekonomik pratikler örneği bu durumu mükemmel özetler. “Doğru” olanı (belki etik, sağlıklı veya adil olanı) seçmek bir lüks haline gelmiştir. Birey, “özgürce seçim yapmak yerine çoğu kez en ucuzunu veya bulunabileni tercih etmek zorunda kalır.” Bu durumda “etik tercihler, yerini hayatta kalma stratejilerine bırakır.” Bu, Adorno’nun kastettiği “hasar”dır. Birey, ahlaki bir özne olmaktan çıkıp hayatta kalan bir tüketiciye indirgenir.
Kültür Endüstrisi ve Standartlaşan Arzularla “Sahte Özgünlük”
Peki, bu “yanlış” sistem nasıl olup da bireylerin rızasını alarak ayakta kalır? İşte bu noktada Adorno ve Horkheimer’ın Aydınlanmanın Diyalektiği içinde kavramsallaştırdığı (ve daha sonra Kültür Endüstrisi Kültür Yönetimi olarak derlenen) Kültür Endüstrisi devreye girer.
Adorno, “kapitalist toplumun kültür endüstrisi aracılığıyla bireylerin düşüncelerini arzularını ve davranışlarını biçimlendirdiğini” belirtir. Kültür Endüstrisi; sinema, müzik, televizyon ve bugün sosyal medya aracılığıyla bize sürekli olarak “eğlence” formatında ideoloji pompalayarak eğlenceyi bir itaat aracına dönüştürür. Bu kültürel alan örneği de aslında kritik bir noktaya işaret eder: “Kendiliğinden sanat ya da özgün ifade beklentisi, yerini endüstrileşmiş eğlence formatlarına bırakır.” Kültür Endüstrisi, bize “özgün” olduğumuzu hissettiren standartlaşmış kalıplar sunar ve bu durumun farkında olunmayan toplumsal bir ironiyi doğurur.
“İnsan kendisini özgün hissettiği anda bile aslında hazır kalıpları tekrar etmektedir.” Rock dinleyicisinin isyanı da, pop dinleyicisinin eğlencesi de, rap dinleyicisinin “gerçekçiliği” de endüstri tarafından önceden paketlenmiş, tüketilebilir “tarzlar” haline gelmiştir. Birey “kendi” arzusunu seçtiğini sanarken, aslında endüstrinin ona atadığı kategorilerden birini seçer.
Sonuç: Sahnedeki Aktör ve Kapanmayan Perde
Bu felsefi eleştiriyi günümüz Türkiye’sine bağlarsak acı ama isabetli bir sonuca ulaşırız:
- Ekonomik krizler içinde “doğru” (etik) yaşama çabası, bir “hayatta kalma” mücadelesine dönüşmüştür.
- Kültürel alan, özgünlüğün değil popülist ve endüstrileşmiş eğlence formatlarının hakimiyetindedir.
- Siyasal ve toplumsal bağlamda ise “doğru yaşam arayışı sık sık uyum, sabır ve sessizlikle eş tutulur.”
Sonuç olarak bu yorgun birey imgesi, Adorno’nun diagnozunun öznesidir: “Bireyin kendi doğruluğunu kurma arzusu çoğu kez dışsal koşulların ağırlığı altında erir.” Kişi doğruyu yaşamak isterken, “kendini sürekli yanlışın içinde yeniden üretilmiş bulur.”
Ve aslında şu metafor Adorno’nun tüm eleştirisini özetler: “Doğru yaşamak isteyen birey, çoğu kez yanlışın dekoruyla döşenmiş bir sahnede rol almak zorunda kalır…”
En trajik olanı ise oyunun sahteliğini bilmemize rağmen ona inanmaya devam etmemizdir. Adorno’nun bize Minima Moralia ve Kültür Endüstrisi ile tuttuğu ayna, bir karamsarlık değil, bir uyarıdır. Bize sunulan “hazır kalıpları”, “endüstrileşmiş eğlenceyi” ve “hayatta kalma stratejilerini” “otantik bir yaşam” zannetmeyi bıraktığımız an, belki de “doğru” olana dair ilk adımı atma şansımız doğar.