Hayal Kırıklıkları Kitabı
Kışlar giderek uzar, yazlarıysa sanki trans hâlinde geçiririz. Her şey hızla akar ve akıp giden her şey akılda olduğu gibi kalır. Bunun anılarla ilgisi yoktur, anılar solar, belleğimizde onlara ulaşmak giderek güçleşir, zaman da, tıpkı mekân gibi çözülmeye başlar. İkisi de hem daralır hem de sonsuza kadar esner. Evimizi giderek daha az terk ederiz. Bedenimiz büzüşür, ağrımaya başlar. Başlarda doktora gider, hap içer, krem ve merhemler kullanırız, nihayetindeyse artık yemek, içmek bile istemez canımız. Toz hâline gelinceye dek kururuz. Gıda alıp dışkı atmaya indirgenmiş bu döngü bizi yıldırmıştır. Aslında değişen bir şey olmamıştır, sadece merak ve mutluluk duymuyoruzdur. Bazen öleceğimize seviniriz ama genellikle korku hâkimdir. Ölümün bile bize armağan edilmeyeceğini tahmin ederiz. Bütün gücünüzü alacağını biliriz. Ama gücümüz azalır. Bununla başa çıkamayacağımızı hissederiz. Bu da yeni bir şey değildir. Hangi işle başa çıkabilmişizdir ki? Zaten ta baştan beri başarısız olmamış mıyızdır? Doktorların muayenehanelerinde bekleyen yaşlı insanlar iyimser oldukları izlenimini yaratmaya çalışırlar. Üstelik ara sıra bir ilaç, herhangi bir merhem ya da doktorun bir sözü nedeniyle rahatladığımız ve ümide kapıldığımız da olur. Ama ümit yaşlı insanların harcı değildir. Genç insanlar bunu anlamaz. Ümit edemediğimizde bize öfkelenir, bizi kendimizi bırakmakla itham ederler, bize ümit aşılamaya çalışırlar. Yaşamamıza neden olan ümitlerin bize neye mal olduğunu ve her şeyin neredeyse bittiği şu günleri ne pahasına yaşadığımızı bilmezler. Her bir ümit ölmemizi engeller, silinip gitmemizi geciktirir, bize ağrılar verir. Ama bunu genç insanlara anlatmayız, çünkü onları ümitsiz bırakamayız. Çürümemizi onlara bulaştırmamak zorundayızdır. Bu zor bir iştir ve tüm konsantrasyonumuzu gerektirir. Yaşlılığın izlerini taşıyan karşımızdaki bu insan da kim? Babamız mı, annemiz mi yoksa oğlumuz ya da kızımız mı? Yüz hatları birbirine benzer, aynı şekilde kullandıkları sözcükler de. Kim derdi ki, bir zamanlar tüm dünyamız olan ana babamız bir gün, işin sonuna geldiğimizde bizi böylesine ortada bıracak? Önce bize yürümesini, yemek yemesini, konuşmasını öğretirler, sonra da bizi öylece ortada bırakıp artık tek başımıza yemek yiyecek, konuşacak, yürüyecek hâlde olmadığımızda kimsesiz kalmamıza neden olurlar. Her şeyin sırası aslında ters değil mi, yaşlı insanlar olarak dünyaya gelip doğumumuza kadar gençleşmemiz daha doğru olmaz mıydı? Ama zaten öyle. Doğumumuza yaklaşarak ölüyoruz. Ölmemizin ya da doğmamızın bir önemi yok, önemli olan tamamlanması, biz değiliz. “Ben”, büyük döngüyü kabullenemeyecek kadar dardır, bu yüzden de çözülür. Yaşlı insanlar giderek birbirine benzer. Bu yüzdendir ki gençleri hâlâ kendimiz olduğumuza inandırabilmek için en belirgin özelliklerimizi canlı tutarız. Gençler en korkunç yönlerimiz olarak nitelendirdikleri bu özellikler onları kandırmak için elimizdeki son silahtır. Sürekli saatin kaç ya da günlerden hangi gün olduğunu sorarız. Aynı hikâyeleri defalarca anlatarak sinirlerini bozarız. Yardım kabul etmez, ağzımıza tıktıkları lapayı tükürürüz. Onlarsa böyle yaparak hayatta kaldığımızı bilmezler.
Margit Schreiner – Hayal Kırıklıkları Kitabı (Çevirmen: Ogün Duman), Metis Kitap, s.71-73