Ağlaya Ağlaya Öldük Anam Bacım

Varsa yoksa Melahat’ın sıpaları… 
Bizimkiler çocuk değil mi? Kaya kovuğundan mı çıktılar? Ama Melahat’ı bu hâle getiren kayınbabama kızarım ben. Sanki biz gelin değiliz. Sanki bizim hizmetimiz boşunadır. Aynı kahveyi ben yaparım, kayınbabam bıyığının altından zar zor bir “hımm” sesi çıkarır. Melahat yapınca, “Kızım bu kahveyi nasıl yapıyorsun, elinde tılsım mı var senin?” der. Bir de lafı var meşhur: “Eşeği yoldan çıkarır sıpanın oynaması, ehlikeyfe keyif verir kahvenin kaynaması.” Hay kahven kaynamaz olsun, ne diyeyim… Biz aynı avlunun içinde üç eviz. Kaynanam ve kayınbabam bir evde. Eltim Melahat, kaynım Cevahir bir evde. Sonra da biz geliyoruz işte. Kayınbabam Bağ-Kur emeklisi. Ne kadar maaş aldığı bize meçhul. Kaynanamın zaten bir gözü toprağa bakıyor. Emir gelse o saat serilecek kara toprağa. Eltim Melahat üç tane eniğinin peşinde ağzında sakız akşama kadar avarelik eder. Kaynım ise güya ticaret yapar. Beşe alıp üçe satmayı maharet beller. Benim kocam Ferhat ise Almanya’dadır. Orada çalışır bize avro gönderir. Bu koskoca avludaki üç ev onun eline bakar. Benim de iki tane yavrum var, Allah hepimizinkini bağışlasın. Esasen bu avludaki geçim düzeninin dümenini bizim herifin Almanya’dan doğruca kayınbabama gönderdiği paralar çevirir ve bu halde benim azıcık da olsa bir hürmet görmem lazım değil midir? Ama yoook! Benim adım sanım hiç geçmez. Varsa yoksa kaynım Cevahir ve onun uyduruk karısıyla üç tane sıpası affedersiniz. Önce onun çocuklarına bayramlık alınır, sofrada onun çocukları büyüklerin arasında karnını doyurur, benim çocuklarım mutfakta yer. Neymiş efendim Melahat’ın çocukları kalabalık içinde yerlerse iştahları oluyormuş. Bizim çocuklar da besleme çocuklar gibi ayrı yerde yesinler kimsenin gıkı çıkmaz. Ama benim çıkar. Hem de nasıl çıkar. Kayınbabama dedim ki: “Benim yavrularımı öksüz, yetimler gibi mutfağa salıyorsun da onun çocuklarını sofrada başköşeye koyuyorsun, bilmiyor bellemeyin. Ben bunları Ferhat’a bir bir sayacağım.” 
Kayınbabamın yüzü kırışmadı bile. Hatta belki biraz güldü bıyıkaltından. Neden güldü? Çünkü benim kocam olacak Ferhat tek çift laf etmez anasına, babasına, abisine… Yani benim arkam yok. Arkam olsa Ferhat, adı gibi dağlar kadar dursa arkamda, bak bu kayınbabam böyle şeyler edebilir mi? Melahat bu kadar şıkır şıkır gezebilir mi ortada? Büyük oğlum Alper okul çağına gelmeden evvel gazeteden haber okumaya başladı. Matematikte de bir tek bölme yapamaz, gerisine zehir gibi aklı yeter. İşte bu haldeyken bir de heyecanlanır. “Ana ben ne vakit okula gideceğim acaba?” diye sorar yavrum. “Günü gelince seni elimle yazdırırım yavrum,” der, gönlünü alırım. Melahat’ın da büyük oğlu okula yazılma çağına geldi. Fakat çocuk babası Cevahir’e çekmiş, üçün beşin hesabını karıştırır. Okumayı bırak “A” harfini yaz desen bacakları yukarıya doğru yazar… Bir gün sofradayız. Kayınbabam keyifli keyifli dişlerini karıştırıyor. Artık bu yavruyu okula yazdıralım da okusun kurtarsın kendini diyerek Melahat’ın oğlunun başını okşadı. Benim etime sıcak demir değdi sanki. “Alper’in de yaşı geldi dedesi. Onu da yazdıralım. El ele tutuşur giderler,” dedim. Kayınbabamın yüzü düştü. 
“Kızım iki çocuğu birden yazdırmayı bu kese kaldırmaz. Hele biri başlasın ötekini de seneye yazdırırız. Geçim kolay değil,” demez mi? Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Sıçradım kalktım sofradan. Ağlamak istiyorum ama boğazıma bir yumruk geldi oturdu. Bu nasıl iş? Hem benim kocamın gönderdiği paraları yiyeceksiniz hem de benim çocuğumu okula yazdırmaya gelince yan çizeceksiniz. Olur mu böyle? Ben okul meselesini kafama taktım. Herkese bir bir küstüm. Evde işlere karışmadım. Sofra kurmadım. Kahve kaynatmadım. Temizliklerine bakmadım. “Her işi has gelinleri Melahat yapsın,” dedim. Olanı biteni Ferhat’a telefonda anlattım. Ama hırsım geçmedi. Telefonda Ferhat “he hı”yla savuşturdu beni. Ben yerimde duramadım. Elinden tuttum Alper’i, okula vardım. “Müdür ile görüşmem lazım,” dedim. Müdürün kapısında beklerken hırsımdan ağlayacağım. Kayınbabama pek öfkeliyim fakat en çok da Ferhat’a, bizi ayak altına verdiği, ezdirdiği için kızıyorum. Müdür çok bekletmedi aldı beni içeriye. Makam odasının ağırlığı mı çöktü nedir, beni bir ağlama tuttu ki sormayın. İyice höykürerek ağladım müdürün odasında. Sonra da ağzıma geleni saydım, döktüm. Olanı biteni bir bir anlattım müdüre. İnsan evladıymış beni usul sakin dinledi. Sonra Alper’in eline, “Oku oğlum,” diyerek verdim bir şeyler. Alper okudu. Bir-iki tane de hesap sordum, hepsini yaptı.

Mustafa Çiftci – Ağlaya Ağlaya Öldük Anam Bacım,
İletişim Yayınları, s.9-11

Bir Yorum Yazın