Bir zamanlar sessizlik vardı. Pencerenin önünde duran boş sandalye kadar sıradan, gece lambasının gölgesi kadar kesin. Kimseye bir şey kanıtlamayan, kimseyi ikna etmeye uğraşmayan bir sessizlik. Evin içinden geçen ince bir rüzgâr gibi; perdeyi kımıldatır, masanın üzerindeki tozu havalandırır, sonra hiçbir şey olmamış gibi geri çekilirdi. O günlerde konuşmak bir ihtiyaç değil yeri geldiğinde yapılan bir hareketti; su içmek, kapıyı kapatmak, ışığı söndürmek gibi. Şimdi her şey konuşuyor. Ekranlar, duvarlar, yürüdüğüm yol, akşam haberleri, içimdeki telaş. Sessizliğin payına yalnızca arada bir açılıp kapanan, bir pencereden sızan ve çabukcak unutulan bir esinti düşüyor.
Günler birbirinin kopyasıymış gibi üst üste yığılıyor. Sabahın görünmeyen ışığıyla çalan ve peşi sıra kurulmuş telefonun alarm sesi, kahvenin göz göz olan köpükleri, balkondan sokağa bakarken kaybolan bakış… Her ayrıntı sanki bir yerlere not düşüyor: “Buradaydın ama yoktun.” Zamanı bir defter gibi çizgili hayal ediyorum; ben o deftere hep aynı cümleyi yazıyorum: “Bugün de geçiyor.” Cümlenin sonuna bazen nokta koyuyorum, bazen koymuyorum. Fark etmiyor. Noktalama işaretleri içine sızacak bir anlam bulamayınca cümlenin kenarlarında sönüp gidiyor.
Biriken eşyalar var, biriken sözler, biriken yorgunluklar. Dolabın kapağını açtığımda üst raflarda duran kutuların içinden “sonra bakarım” diye sakladığım not kâğıtları çıkıyor. “Sonra” diye ertelediğim her şey tam da ertelediğim için büyümüş.
Kalabalıkların tam ortasında fark ediyorum: insan bazen kendi sesinin yankısına bile tahammül edemiyor. Çünkü yankı gerçeği büyütüyor. Küçük bir tedirginlik geniş bir salonda defalarca çınlayınca adını koyamadığım bir korkuya dönüşüyor. İnsanlarla konuşurken cümlelerin ortasında durakladığım oluyor. “Nasılsın?” sorusuna verilecek cevap, çok uzun bir yol gibi. En başından anlatmaya kalksam karşımdakinin gözlerinde sabrın ince çizgisi beliriyor. Kısaltsam kendi hikâyemi inkâr etmiş gibi oluyorum. En sonunda boş bir gülümsemeyle geçiştiriyorum. Bu çağın ortak işareti belki de bu: gülümseyip aslında olmadığın bir şeyi söylemek: iyiyim…
Akşamları pencereden dışarı bakarken, sokak lambasının altında duran tek bir ağacın gövdesine takılıyor gözüm. Kabuğundaki çizikler bir takvim gibi, her çizik başka bir mevsimi hatırlatıyor. O ağacı yıllardır görüyorum; rüzgârı, yağmuru, karı, güneşi aynı gövdeyle taşıyor. Ben her mevsimde başka bir kendime dönüşürken o aynı kalıyor. İnsan değişmek zorunda kalmanın yorgunluğunu en çok böyle anlıyor; sabit kalan bir şeye bakarken. Bir zamanlar sessizliğin omzuna başımı koyar, yorulduğumu unutur, gecenin ince serinliğinde nefesimi dinlerdim. Şimdi ise attığım bir adımda bile sanki zemin yerinden oynuyor.
Kütüphanede tozlanan kitaplarım var; ilk sayfalarına adımı ve tarihi yazdığım, yarım bırakılmış okumalardan bir alay. Belki de yarım bırakmak bu çağın en dürüst itirafı. Hikâyeler tamamlanmıyor, cümleler bitmiyor, planlar erteleniyor. İçimde bir metin sürüyor; girişini defalarca yazdım, gelişmesini karaladım, sonucu hep sildim. Çünkü son hep fazla net. Netlik sanki geri dönülmez bir şey. Oysa ben dönmeyi hatta aynı yerin etrafında dolaşmayı biliyorum. Çember çizmek kolay, çıkış yolu bulmak zor. Şimdi kapılar var ama hiçbirinin anahtarı yok. Pencereler var ama manzara hep aynı…
Bir yerlerde yağmur yağıyor olmalı; burada yalnızca kokusu kalıyor. Yağmurun kendisi eski bir anı gibi uzaktan uğuldarken, ben ıslanmadan üşüyorum. Islanmadan üşümek, günlerimin özeti…
Göz çukurlarım derin, bakışlarım aceleci. Sanki bir yere yetişeceğim ama nereye gideceğimi bilmiyor gibiyim. Bir zamanlar aynada tanıdık bir çift göz görürdüm. Şimdilerde ise garip bir misafire kapıyı aralayıp “buyurun” demeye bile isteksizim. Kendi sesim yabancı; kendi adım, uzak bir yerden yankılanıyor.
İçimde bir cümle dolaşıyor: “her şey yoluna girecek.” Bu cümleyi kimden ödünç aldım bilmiyorum. Deneyip ağzımda evirip çeviriyorum; tadı yok. Belki de bazı cümleleri söylemek onlara inanmaktan daha kolaydır. İnancın yerini alışkanlık aldığında sözler yalnızca boşlukları dolduruyor. Bir zamanlar sessizlik o boşluğu sahiplenirdi; şimdi sözler sahiplenemedikleri için büyüyor. Gürültü, gerçeği örtmekte usta.
Gece uzuyor. Perdelerin arkasında bir boşluk kıpırdıyor, evin içinde dolaşan küçük ayak sesleri gibi. Işığı kapatıyorum, hiçbir şey değişmiyor. Zamanın geçişini duvar saatinden değil de içimdeki yorgunluğun ağırlığından anlıyorum. Eskiden derin bir nefes alırdım; şimdi nefes, yarıya kadar geliyor. O yarım nefesle sabaha varıyorum. Sabah, yine aynı cümle: “Bugün de geçiyor.”
Bir zamanlar sessizlik vardı; şimdi varmış gibi yapıyor. Ve biliyorum: bu “varmış gibi” hâli seslerden daha gürültülü, karanlıktan daha koyu. Değişecek bir şey yok; değişecek olan da çoktan yorgun düştü. Bu yüzden ışığı kapatıp odadan çıkarken kapıyı çekiyorum. İçeride bir zamanların sessizliği değil yalnızca onun eski gölgesi kalıyor. Gölge uzuyor, uzadıkça inceliyor. Sonunda sanki hiç olmamış gibi kayboluyor.
Ve biliyorum: Burada, uzun bir süre daha hiçbir şey değişmeyecek…