Kaybolmanın tek yolu, kaybolduğun yerde kendini bulmaktan geçermiş…
Pencereden sızan soğuk hava, içimdeki boşluğu doldurmak istercesine camın yüzeyine çarpıyordu. Dilime dolanmış bir nakarata eşlik ederken hüzün… Hüzün, her birimizin gölgesine sığamayan bir ağırlık; herkese yakışmayan, herkesin taşıyamadığı bir yük.
Zaman, gündelik koşturmacaların arasında sessizce akıp giderken insan fark etmeden uzaklaşıyor kendinden. Biriken işler, ertelenen planlar, sürekli değişen gündem… Hepsi yavaşça ruhun etrafına örülmüş görünmez bir ağ gibi. Her şey yapılması gerekenler listesine dönüşüyor. Gün, sabah telaşıyla başlayıp ekran ışığında tükeniyor. Ve bir noktada nefes almayı bile unuttuğunu fark ediyorsun.
Kaybolmak bazen dramatik bir şey değil aslında… Yalnızca sürekli meşgul olmanın yan etkisi. İçinde sesini duyduğun o küçük alan kalmadığında, bir sabah aynada kendine bakarken gözlerinin aceleden bulanıklaştığını fark ettiğinde anlıyorsun bunu. Gün geçiyor, ama seninle geçmiyor.
Kendi gölgene bile yetişemediğin bir hızla ilerlerken geride bıraktığın şey sadece zaman değil; senin sessizliğin, senin sabrın, senin yavaşlığın. Her şey “hemen şimdi”nin içinde kayboluyor. Kahve soğuyor, düşünceler bölünüyor… Akşam olurken içindeki yorgunlukla baş başa kalıyorsun.
Ve o anda fark ediyorsun:
Kaybolmak, bazen hiçbir yere gitmeden de mümkün.
Perdeden sızan soğuk hava hâlâ içeri doluyor. Dışarıda rüzgâr aynı yöne esiyor. Hayat devam ediyor, aynı telaş ve aynı ağırlıkla.
Biliyorsun bir şeylerin değişmeyeceğini ama aynı kalmayacağını da anlıyorsun…
Belki de mesele her şeyi değiştirmek değil;
zaman zaman durup, kaybolduğunu fark edebilmekte.
Ve kabullenmek…
Bazı yolculukların bitişi yoktur.
Bazen insan -uzun zaman sonra bile- hâlâ aynı yerde arayıp durmaya devam ediyor kendini, hiç bulamayacağını bilse bile…