Boşluktaki Duruş
Yüzlerce insan akıyordu sanki yanından, yüzlerce insanın ayakları akıp gidiyor, dönüp duruyor, duraksayıp geçiyordu. Günün bu saatinde ne çok insan! Ne çok hasta! Ne çok gezgin! Yılın o özel âyinine katıldığı ada ülkesinin kalabalığı şimdi, buraya, kendi ülkesine taşınmış gibiydi. O kalabalığın bir anlamı olmuştu onun için. Oysa şimdi burada, ülkenin bu en görkemli garında, kalabalık yalnızca çılgınlığını değil, anlamını ve tadını da yitirmişti. (Belki de benim ağzımın tadı yok!) Yarım kalmış bir tattı o! Nemli ve soğuk ve puslu ve kulelerle dolu o kentte, o âyini de yarım yaşamıştı. Saatin 24’ü gösterdiği anda müthiş havai fişek patlamalarıyla, insanlar cehennemden boşanmışçasına bağırmışlar, kendilerini havalara fırlatmışlar, tanıdık tanımadık birbiriyle kucaklaşmış, birbirini kutlamışlardı. İşte, tam o anda düşünmüştü ölümü ve: “Ne işim var benim bu saçma sapan palyaçoların arasında?” demişti. Ama âyinin gereğiydi bu iş, herkesin herkesi kutlaması, herkesin herkesi öpmesi, birbirine sarılması, dahası birbirini boyaması gerekiyordu.
Bir avuç boyayla o da payını almışı bu işten ve bunca özenle hazırlayıp giydiği elbisesi bir anda berbat olmuştu. Buna katlanması gerektiğini biliyordu ve zaten bu saçmalıkları görmek için orada bulunuyordu, buna rağmen elbisesini ve boynunu boyayan (bunu bir anda nasıl başarabilmişlerdi, hayret) herife: “Salak!” diye bağırmaktan kendini alamamıştı. Hakarete rağmen, herif ona gülümsemiş: “Çok güzelsiniz” deyip geçip gitmişti.
Sonunda, bir eğlence yaşanıyordu ve hakaretlerin de eğlenceye alınması gerekiyordu. Bunun böyle olduğunu kabullenmek istemeyen bir kendisiydi ve kendi kendine: “Madem içine sindiremiyorsun, niçin burdasın, asıl salak sensin,” diyordu.
Hangi akla hizmetle buralara geldiğini bir türlü anlayamıyordu. Daha önce başına gelenleri anlamakta zorlandığı gibi… Garın saati 11.25’i gösteriyordu. On dakika sonra her şey bitmiş olacaktı. Aslında kendine bir bilet ayırmak için rezervasyona telefon ettiği ânı da her şeyin, bu demekti ki, bu kentin bittiğine, bitirilmiş olduğuna başlangıç kabul edebilirdi. O ada ülkesinden, yıllarını yaşadığı kente gelmesi ve göz açıp kapayıncaya kadar mahkemece her şeyin bitirilmesi arasında ancak on veya on iki gün geçmişti. Baş döndürücü bir hızla olup bitmişti her şey ve çılgınlık artık geride kalmıştı. Garın kafesinde, dıştan bakıldığında sakin sakin oturuyor ve kahvesini yudumlamaktan başka bir uğraşısı ve derdi yokmuş gibi görünüyordu. Dışardan bakıldığında onu genç kız havalarına girmiş biri diye görebilirlerdi, oysa içinde o, kendini on bin yılı birden yaşamış gibi duyumsuyordu. Masasına yaklaşıp oturmak için müsaade isteyen delikanlıya da, on bin yaşındaki birinin tecrübesiyle belli belirsiz gülümseyerek izin vermiş, sonra da koca kahve kupasını dudaklarına dokundurarak ağzını ıslatmıştı.
Ne kadar aceleydi her şey
arkasından atlılar koşuyordu
atlılar koşuyor ve onlar —onlar, yani ikisi, kocası ve kendisi uçuyordu: daha evli değillerdi o zaman, yalnızca birbirini tanımış olmanın tadını çıkartıyorlardı
sonra kendilerini bir yastıkta buldular
göz açıp kapayıncaya kadar olup bitti her şey
bu işte kendine ait bir kararın var olup olmadığını bile kestiremeden olup bitmişti
sonradan, ona öyle geldi ki, kendini sürekli aldatılmış, kandırılmış gibi duyumsadı
o masaya nasıl oturduğunu, o imzayı nasıl attığını anlayamıyordu, ama ortalarda sahtecilik diye görünebilecek bir şey de yoktu: yalnızca sanki liseli bir kızın, aklı bir karış havalarda gezinirken, ev dönüşü başına gelebilecek türden bir olay yaşamış gibi görünüyordu yaptığı: ama hayır, kandırılmış olduğunu söylemiyordu, kandırılmış değildi, ama kandırılmış olsaydı ancak bu kadar olurdu
daha ertesi gün, “kendi evinde” gözlerini, kendi evinin ilk sabahına açtığında, bir gün içinde bin yılı birden kat etmiş gibi duyumsadı kendini, ama kocasına bir şey demedi, çünkü bunca hevesle kotarılmış bir başarının ardından bunca kısa sürede pişmanlık duygusuna kapılmış olması kimseye inandırıcı gelmezdi
on bin yılı, nerdeyse kalbinin ücra köşelerine değin sinmiş duyumsuyordu, acaba öteki —yani kocası—için de mi aynı şey geçerliydi, bunu ona asla ne sorabilecek, dolayısıyla ne de öğrenebilecekti
bin yıllık tecrübe, aynı zamanda bin yıllık bıkkınlık oluyordu, hiç olmazsa onun için böyleydi bu
daha ikinci gününde bu evliliği kurtarmanın telaşına düştü
“acaba kabahat bende mi, benden kötülük ışınları mı yayılıyor?” diye düşünmeye başladı
elinden geleni —kurtarmak, kurtuluş, her neyse— yaptığını sanıyordu
ama neyi, kimden kurtarmaya çalıştığı sorusuyla karşılaşınca aptallaşıyordu: çünkü böyle bir soru var değildi, bu yüzden de durumunu kocasına açmıyordu, çünkü o soruyla karşılaştığında ne diyeceğini henüz bilmiyordu, niçin bıkmış olduğunu, niçin pişmanlık duyduğunu açıklaması olanaksız görünüyordu… ama gerçekti
biçim verilmemiş düşünceler dolanıyordu kafasında: kimseye güvenim kalmadıysa, bunu ben mi uyduruyorum, beni böyle düşünmeye sevk eden hiç mi bir gerekçe yok, olabilir mi böyle bir şey, bir kuruntunun mu tutsağıyım şimdi ben? böyle şeyler… ve kendi kendine açıkça görebildiği bir tek şey kalıyordu geriye: kocasının çevresinden nefret!.. ah, ne aptalca, enayice dedikodular…
o düşünce ilk ne zaman kafasında zonkladı, bilmiyordu: ölüm düşüncesi: ölümü düşünmeye başladı, hayır kendini öldürmeyi değil, ölümün kendisini… her acıdan sonra kendini sokaklara vurdu, her defasında aynı yanlışı yineledi: kimilerine bakılırsa bunun adı ihmalmiş
aslında ne yapacağını bilmiyordu, hiçbir zaman da bilemedi
ölüm boşlukta sallanıyordu.
Rasim Özdenören – Hışırtı
İz Yayıncılık, s.52-56