Başkalarının Buradaları

Bir an önce gitsindi misafirler. Kadın’ın, televizyonun esiri olmuş kocasının daha fazla sergilenmesine tahammülü yoktu. Çayını da kısırını da zıkkımlanıp defolsunlardı.

Adam akşam televizyonun başına bir daha geçmiş, yarın nasıl olsa pazar diye düşünüp güneşin doğuşuna kadar televizyon seyretmişti. Öğlene doğru ancak uyanıp oturma odasına girdiğinde kan çanağına dönmüş gözlerini zar zor açık tutuyordu. Kadın pencereden dışarı bakmaktaydı; Adam’ın farkına varmamış gibi yaptı. Işık masanın üstündeki kolonya şişesinde birikiyordu. Hüzmelerin aydınlığında toz taneleri yüzüyordu. Adam er geç uyanacak diye sofrayı kaldırmamıştı. Kadın; peynir, zeytin, reçel ve dünden artan birkaç parça poğaça… Çaydanlık görünürde yoktu.  Bir köşeye oturup şişmiş gözlerini ovan Adam keskin bir açlık hissiyle yutkundu.

– Çay yok mu? diye sordu.
Kadın kayıtsızca oturmaya bir anda son vererek ayağa fırladı.
– Taze çay demlerim. Sabahki çay bayatladı, diye acele bir cevap yetiştirdi.
Kapıdan çıkmak üzereyken,
– Rüyamı anlatayım mı? deyiverdi Adam. Kadın duraksadı ama duymazlıktan gelip mutfağa kaldı. Çaresiz odaya döndü.

Adam sofranın başına oturmuş iştahla poğaçaları yiyordu. Televizyon kapalıydı. Kadın içeri girince konuşmaya başladı: “Geçen sana bir rüya gördüm dediydim ya…” Kadın hiç sesini çıkarmadan çekyata oturup kollarını kavuşturdu. “İşte o rüya…” diye anlatmaya koyuldu Adam. Odalar içindeydi rüyasında. Kah kapı açıyor kah perde aralıyor, eşikten eşiğe sıçrıyor, bazen de savrulup bambaşka bir diyara süzülüyordu. Derken teflerle ve davullarla ilerleyen bir kafileye katılıp bir bayıra yukarı tırmanmıştı. Anlatırken gözleri kocaman kocaman açılınca yüzünün alıklığı iyice meydana çıktı. “Sonra birden daracık bir delikten geçip geniş bir yere çıktım gibi oldu…” diye tarif etti. Geniş, görkemli bir salona çıkmıştı,  yerler ayna gibi parlıyordu. Ahşap sütunlar pek yüksek bir kubbeyi tutuyordu. Salonun ta öte ucundan ipek bir yolluk yuvarlana yuvarlana açılmış, Adam’ın ayakları dibine serilmişti. Kadın içinden “İpek olduğunu ne bildin? diye geçirip sinirinden alt dudağını ısırdı, Adam poğaçaları birbiri ardına mideye indiriyor, yanakları iri lokmalarla şiştiği halde anlatmaya ara vermiyordu. Rüyasında ayakkabılarını çıkarıp yolluk boyunca yürümüştü. Yolluğun iki tarafında kerli ferli adamlar esas duruşta onu selamlıyordu. Salonun öte ucundaki bir sırça masaya varmıştı. Masayı iki aslan tutuyordu. “Ama çizgi film aslanları ha!” diye uyardı Adam. Çizgi film lafını duyan Kadın’ın kan beynine sıçradı; ama kendini tuttu. “Masanın üstünde elli beş ekran bir televizyon!” Adam uzanıp televizyonu açmıştı. Açmasıyla ekranda sakallı sarıklı bir surat zuhur edip “Eğil” diye gürlemiş, Adam eğilince elini uzatıp onun saçlarından bir tutam koparmıştı. “Kafamın o tarafında hala bir kaşıntıdır geçmek bilmedi,” diye sözüne söz verdi Adam. Kadına bir gülme gelmiş, boğazında düğümlenmişti. Dayanamayıp:

– E uzaktan kumanda yok muydu onca yolu yürüdün? diye dalga geçti. Bir çırpıda çıkmıştı ağzından bu cümle. Adam apıştı kaldı.
– Namaz yok niyaz yok. Besbelli in cin sana oyun etmiş, diye lafı gediğine koyan Kadın, biraz da laf işitirim korkusuyla toparlanıp mutfağa kaçtı.

İçinde ne var ne yok çıkarmış, sanki kahvaltı sofrasının üstüne bungun bir sis bulutu koyup gitmişti.
Ağzındaki lokmayı unuttu Adam. Gözlerini kapalı televizyonun ekranına dikti ve yansıyan gölgeler arasında kendini aramaya başladı.

Selçuk Orhan – Başkalarının Buradaları, Edebi Şeyler, s.33-35

Bir Yorum Yazın